3. BÖLÜM
3. "KOKU."
3. ❝KOKU.❞
Yıldızlı geceler,
Deniz gözlerinden çekildi.
Ben de böyle inandım,
Hava ve suyun ayrıldığına.
Öleceğim için her suçu kolaylıkla işleme ve üstlenme arzusu, benimle aynı acıyı çektiği için yakınlaştığım gözlere karşı o kadar zorlaştı ki, Nil'in babası asabi şekilde çaprazımdaki koltuğa oturduğunda buradan gitmeyi istedim. Emniyet müdürü yerine geri dönerken, ben de kalktığım koltuğa oturarak göz ucuyla Deren Ateş'e baktım. Dirseklerini dizlerine yaslayıp omuzlarını öne itti ve bana eğildi.
"Kızımı nerede gördün?"
Sesi derinden ve sabırsızdı. Hararetli şekilde nefes alıp veriyordu. Dudakları o kadar kurumuştu ki, bir süredir su bile içmediğini düşündüm. Yüzü tamamen sakalsızdı, bu yüzden yüzünün çizgilerindeki öfkeyi bile görüyordum. Bakışlarımı kaldırınca koyu gözlerini çerçeveleyen aynı siyahlıktaki kaşlarının çatıldığını görüp hemen cevap vermem gerektiğini hatırladım. "Kızım, Nil," dedi. İsmini söylemesiyle beraber sertçe yutkundu. "Onu gördüğünü söylemişsin. Nerede? Ne zaman?"
Kalbimin sesini duymaya başladım. Sanki ben yüreği ölen bir kadının bedenindeyim, diyerek çarpıyordu. Yaptıklarımı düşünerek, "İki gün önce," dedim. "Yeniköy'de gördüm. Bir adam onu almış, arabasının arka koltuğuna bindiriyordu. Birkaç saniye ancak görebildim. Kız ağlamıyordu, adam da kızı gülümseyerek koltuğa bindiriyordu. Çok normal bir andı, bu yüzden bir şeylerin ters gittiğini düşünmedim ve..." adam kafasını daha da eğip ellerini öfkeyle saçları arasından geçirince susup emniyet müdürüne baktım. "Devam edin hanımefendi."
Başımı sallayıp son söylediğim kelimeyi hatırladım ve ardından, "Kızınızı haber bültenlerinde görünce şoke oldum, kaçırıldığına inanamadım... Derhal bugün emniyete geldim," dedim.
"İki gündür kayıp neden şimdi geldin?" dedi adam, bağırarak. Ki, öfkesini görmüş olsam da bağırınca yüzümü kaldırıp gözlerine rahatsızca baktım. Ellerini önündeki masaya indirip avuçlarını sertçe bastırdı. "Paranın kokusunu aldığın için mi?"
"İnanmayabilirsiniz, sadece söylüyorum," dedim. "Babası kızı parka götürmüş, kendisi de söyledi, ben de o parkta gör..."
Deren kafasını bir anda kaldırıp idrak etmekte zorlanan, cehennem gibi gözlerle önce bana, sonra müdüre bakınca hangi söylediğimin onun kontrolden çıkmasına sebep olduğunu düşündüm. Tek kaşını kaldırarak ayağa fırladı ve emniyet müdürüne doğru ilerleyerek, "Der... Derya mı parka götürmüş?" dedi fısıldayarak. "Nalan... Kendim götürdüm, kaybettim dedi."
Emniyet müdürü bir sırrı açığa çıkardığım için bana baktı. "Deren’ciğim belki yanlış anla..."
"Hayır, bence size bilerek yalan söylemişler," dedim, Deren'e bakarak. Kadın, yeni eşini eski eşinden korumuş görünüyordu.
Deren'in göğsü yükselip alçaldı ve bana dönüp, "Öncelikle, o Nil'in babası değil," dedi ve ardından arkasını dönüp odanın kapısını açtı. Bunun üzerine emniyet müdürü yerinden fırladı. Deren Ateş, "Onu öldüreceğim," diye bağırarak koridora çıkınca, istemsiz şekilde ayağa kalktım ve müdürün arkasından ilerledim. Deren'in indiği merdiveni gözlerimle takip ettim. Basamakları arkasından inerken, yanımdan koşan polis memurlarına göz ucuyla baktım.
Deren alt kata inip sola döndüğünde ben de koridoru dönmeden başımı sol tarafa çevirdim ve Nalanla eşini, Edip Akşın'ı kapısı aralık bir odanın önünde gördüm. Bir polis memuruyla konuşuyorlardı. Deren, "Nalan," diye kükrediğinde, Nalanla beraber babası ve eşi de bu tarafa döndü. Nalan'ın yüzünde korku duygusu oluşurken, eşi Derya'nın kısa süreli sırıtıp ardından yüz buruşturduğunu gördüm. "Sen bana nasıl yalan söylersin? Nil hakkında bana nasıl yalan söylersin! Bu adam için mi? Kızım kaybolmuşken bu adamı korumak için mi çabaladın sen? Sen nasıl bu kadar alçaldın..."
Eşi Derya araya girerek, "Karıma bağırma," diyordu ki soluğu onların karşısında alan Deren kafasını süratle adamın suratına indirdi ve adam arkasındaki kapı koluna çarparak odaya doğru düştü. Nalan bir çığlık savurup hızla yere eğildiğinde, babası Edip Akşın onun kolundan tutup kaldırdı ve Deren yere düşen adamı, elleriyle tutarak tekmelemeye başladı. Çığlıklarla beraber iki polis memuru koridorda koştu ve yanımdan geçip Deren'e ilerledi. Odanın içindeki polis memurları da Deren'i engellemeye çalıştı fakat adam öyle çok tekme atıyordu ki, birkaç kişi buna engel olamıyordu. "Kızıma n'aptın?" diye bağırdı. "Onu incittin mi? Zarar mı verdin? Nasıl kaybettin orospu çocuğu? Lan... Bir şey yapıp sakladın mı kızımı? Yalan mı söylüyorsun?"
"Deren kes şunu, Derya'da çok üzgün," dedi Nalan.
Deren, kollarını tutan iki polis memuruna rağmen eğilip Derya'nın yüzünü tuttu ve kandan görünmez hale gelen suratına karşı, "Eğer ona bir şey yaptıysan seni canlı canlı parçalarına ayırıp o derini yüzerim," dedi. Kafasını, arkasındaki kapının köşesine çarpınca Derya onu itmeyi deneyerek bağırdı. Deren, bir polis memuru onun bileğinin birisini kelepçelemiş olmasına rağmen Derya'nın kulağına doğru kükredi. "Benim kızımın gözünden, senin yüzünden tek damla yaş düştüyse Derya... Seni o bir damlada boğarım, seni o bir damla gözyaşında boğarım..."
Polis memuru Deren'in diğer elini de yakalayıp bileğine kelepçeyi geçirdi ve diğer memurlarla beraber onu Derya'dan uzaklaştırdı. Nalan panikle Derya'nın yanında eğilip, "Bir ambulans çağırın," diye bağırdı.
Memurlar onu ailenin yanından uzaklaştırırken, "Kızına rağmen bu adama verdiğin sevgiyi sikeyim," dedi Deren Nalan'a, ağız dolusu bir tiksintiyle.
Nalan için bu haddini aşmak anlamına geliyor olmalıydı ki ayağa fırlayıp onun üzerine yürüdü. "Ona bu şekilde davranacağın için gerçeği söylemedim!"
"Kızımız kayıp! Şu an ona nasıl davranacağımı mı umursuyorsun!"
Deren, hâlâ polis memurlarından kurtulmaya çalışarak ileriye yürüdü ama memur, "Nezarethaneye," deyince Deren'in gözbebekleri ihtirasla büyüyerek memura döndü. "Saçmalamayın, nezarethaneye giremem... Kızım kayıp, onu aramalıyım..."
"Üzgünüm," dedi memur ve diğer polisler iki kolundan birden tutarak Deren'i koridor sonuna yürümeye zorladı. Deren başını omzunun arkasından bir daha çevirerek yerden kalkamayan Derya'ya baktı. "Bana olan kininden ona bir şey yaptıysan eğer kinini de öfkeni de... Söyle, söyle, ne istersen yapacağım söyle..."
Emniyet müdürü yanımdan geçip Edip Akşın'ın yanına gitti ve polisler, Deren'i merdivene kadar zorla getirdi. Deren sürekli kollarını çekmeye çalışırken başını kaldırıp basamağın üstünde dikilen beni gördü ve gözlerime birkaç saniye soluk soluğa bakıp memurlarla birlikte basamakları indi. Başımı onun gittiği yere çevirip alt kata inmesini izledim ve gözden kaybolunca koridordaki karmaşaya bir kez daha baktım. Derya yerinden kalkamıyordu, bayılmış olabilirdi. Polis memuru eğilip onu kontrol ederken, müdür, Edip Bey'den, kırılan pot için özür diliyordu.
"Boşver," diyordu Edip Akşın ona. "İlk kez Deren'e kızmıyorum." Kızı ile damadına öfkeyle bakınca torununu gerçekten sevdiğini düşündüm. Beni öldürme ihtimali olan birisi daha...
Derya'nın yüzündeki kan hoşuma gittiği için sırıtıp basamakları geri çıktım. Nil'e davranış şeklini biliyordum, karşılığında bu kadar incinmesi hoşuma gitmişti. Gülümsememi kısa tutup müdürün odasına geri döndüm ve yazılı ifademi vermek için bekledim.
Biraz sonra emniyet müdürü odasına girince gergin şekilde koltuğuna oturup telefonu aldı. Bir memuru çağırdı ve bir dakika içinde polis içeriye girip saygıyla selam verdikten sonra müdürünün dediğine kulak verdi, yazılı ifademi almak için aynı şeyleri anlatmamı istedi. Aynı detaylarla hikâyeyi anlattım ve yazılı ifademin sonuna gelindiğinde, gitmek için kalktım. Memurla beraber odadan ayrılmak üzereyken duraksayıp müdürü baktım. "Sizce adam ne zaman yakalanır müdür? Yani... Kız ne zaman kurtulur?"
Bu sorum üzerine beni dikkatle incelediğinde, "Kızı merak ettim," dedim.
“Eminim çok kısa zamanda bulunacaktır." Tek kaşını kaldırdı. "Tabi anlattıklarınız bir hikâye değilse. Takipçisi olacağız diğer ifadeler gibi."
Nil'i geri vermeme sebeplerimden bir yenisi bu.
Edip ve Deren, ne pahasına olursa olsun o adamı bulacaklar.
Ben de kızımın katillerini öldüreceğim.
"Umarım hemen bulunur müdürüm," diyerek arkamı döndüm ve memurla birlikte kapıdan çıkarken, "Karmen Hanım, bir süre şehirden ayrılmayın," dedi müdür bana.
Koridora çıktığımızda memurla beraber indik ve koridoru kontrol edince ailenin ortadan kaybolduğunu gördüm. Burada işleri bitmiş olmalıydı. Neden yaptığımın üzerinde düşünmeden yanımdaki polis memuruna dönüp, "Az önce nezarete götürülen kişiyi görebilir miyim?" diye sordum.
Kumral, yeşil gözlü memur, "Neden?" diye sordu.
"Kızıyla ilgili kendisine söylemek istediğim küçük bir şey hatırladım."
Memur bu dosyanın ciddiyetini bildiği için düşündü ve telsizine bir ses düşünce telsizini çıkararak, "En alt kata inin, arkadaşlar yardım eder," dedi.
Memur yanımdan kaybolunca derhal merdivenleri inip zemin katına ulaştım. Tabelaları takip edince nezaretlerin olduğu koridora çıktım, karşılıklı şekilde duran nezarethanelere ilerlerken, "Hanımefendi?" dedi, beyaz masanın ardındaki memur.
Kendisine baktım. Koltuğunda arkaya yaslanmış, bir kalemle uğraşıyordu. Bana, burada ne yapıyorsun, dercesine tek gözünü kırpınca, "Polis memuru arkadaşınızın izni var, beni az önce getirilen arkadaşı görmem için buraya yolladı," dedim.
"Hımm," dedi tatsız bir sesle ve sonra koridorun sol cephesindeki nezarethaneye bakarak, "Kısa sürsün," dedi. Sonra önündeki gazeteye eğilip benimle iletişimi kesti.
Sol taraftan ilerledim. Birkaç metre yürüdüm, üçüncü koğuşa baktım ve Deren Ateş'i görünce durup elimle parmaklığa dokundum. Arkası bana dönüktü, alnını, tıpkı ellerini yasladığı gibi duvara yaslamıştı. İçerinin ışığı zayıftı, buna rağmen omuzlarının hiddetini karşılıyordu gözlerim. Dudaklarım arasından nefes alıp seslice verdim ve Deren ellerini duvardan çekip başını arkasına çevirince tamamen bitik göründüğünü düşündüm. Omuzları düştükçe düştü ve aramızdaki parmaklıklara doğru yürüyüp, "Burada n'apıyorsunuz?" diye sordu.
Yanağıma düşen kısacık saçımı kulağımın arkasına asabi şekilde koydum ve o da sanki gereksiz asabiyetimi görmüş gibi elime doğru bakınca, "Bence iyi yaptınız," dedim, Derya'ya öfke duyduğum için. "Kızınızı o adam kaybetmiş... Kim olsa sizin gibi davranırdı, nezarete girmeniz çok saçma."
Elleriyle parmaklığın etrafını sardı. "Kızımı gördüğünüzde... Nasıldı? Gerçekten ağlamıyor muydu?"
İçinin bir nebze rahatlaması için, "Gerçekten ağlamıyordu," dedim ama onu bir kez ağlattığımı hatırlayınca yüreğimi yeniden öldürünceye kadar bir daha öldürdüm.
"Doğru söylüyorsanız eğer, kızım ne olduğunun farkında değilmiş..." kızının kaybolduğu gerçeği kendisine bir daha hatırlatılmış gibi inleyip alnını parmaklığa vurdu ve gözlerini sımsıkı yumup açmasının ardından, "Adamın sabıkası var mıymış?" diye sordu.
Öfkeyle dolup kalbim katılaşana kadar yüzünü gözlerimin önünde tuttum. "Adamın robot resmini çizdiler. Sicil kaydı bulunan... Bir organ mafyası lideriymiş."
"Hayır," diye alçak bir ses ağzından çıktı. Sesinin tonundaki korku; bir ateş gibi yandı alçalmış, taşlaşmış kalbimde. Gerileyip arkasını döndü, ellerini yüzünden ve kafasındaki dağınık saçlarından geçirerek, "Aşağılıklar," dedi sessizce. "Aşağılıklar..." tekrar, bu kez hızlıca bana döndü ve aramızdaki parmaklıklara yaklaşıp hiddetle, görmeyi beklemediğim bir acizlikle gözlerime baktı. "Buradan çıkmalıyım... Bir gün dahi kalamam. Bana yardım eder misiniz?"
Canını yakan o kişiden yardım istiyordu. "Nasıl yardımcı olabilirim ki?"
"Adın ne?" diye sordu, oldukça sessiz.
Parmaklıklara sardığı, kanamış ellerine bakırken, "Karmen," dedim.
Elleri, o adamı döverken çok hırpalanmıştı. Kemiklerinin üstündeki deri soyulmuştu, incecik bir kan sızıntısı avucuna kayıyordu.
Beni tekrarlayarak, "Karmen," dedi. Gömleğinin altındaki göğsü hareket ettiği için istemsizce oraya baktım ve böylelikle yüzüne daha çok yaklaştım. Sanki bu kez yüzüne bakmam için, "Karmen," deyince bakışlarımı kaldırdım. Gözlerini yumup açtı. "Sana bir numara vereceğim. Onu ararsan buradan çıkabilirim."
Yalnızca buysa, "Yaparım," dedim.
Alnını tekrar parmaklığa yasladı fakat bu kez hafifçe öne eğilerek yaptı. Kopkoyu gözleriyle vicdanıma dokunarak, "Telefonunu çıkarma, kulağını yaklaştır," dedi ve söylediğini yapmadan önce polisi kontrol edip yüzümü yan çevirdim, yanağımı parmaklıklara yasladım. Nefesi saçlarımın arasından süzülüp kulağıma değerken, "Numarayı aklında tutabilir misin?" diye fısıldadı.
Kuşkularım içinde başımı salladım.
Bunun üzerine daha sıcak bir nefes verip bana numarayı söyledi ve bu numarayı aklımda tutabilmek için gözlerimi kapatıp içimden tekrar ettim. Polis memuru, "Hanımefendi," diyerek bana seslenirken, o numarayı ikinci kez aceleyle tekrar edip çaresiz kalmış bir öfkeyle, "Hemen yap, kızım için vakit daralıyor," diye fısıldadı. Polis memuru yanıma geldiğinde geriye çekilip bana sertçe başını salladı, ben de memura bakarak geriledim ve arkamı dönerken, adamın sabırsız bir vahşilikle içerideki banka yürüdüğünü gördüm.
Memur beni merdivene götürdü ve ondan sonrasındaki basamakları yalnız çıkıp üst kata kadar yürüdüm. Tabelaları takip ederek binanın çıkışını bulmaya çalışırken dönüp arkama bakmamak için direndim. Yalanlar söylediğim için huzursuzdum ve bu huzursuz duygu, yalanlarımın anlaşıldığını düşündürerek beni korkutuyordu. Bu korku da zincirleme bir duygu akışı oluşturarak birisinin beni takip ettiğini hissettiriyordu.
Numarayı tekrar ederek otoparka ilerlerken birkaç metre ilerideki ambulans arabası gözlerime çarptı. Tasasızmışım gibi bir gülme isteği başladı içimde. Gerçekten ambulans çağırıldıklarına inanamamıştım. Derya, ambulansın arkasındaki muayene yatağında uzanıyordu ve Nalan, ambulans kapının orada dikiliyordu. Kadın, adama göre saf görünüyordu; bu yüzdendir ki kullanıldığını hissediyordum.
Cidden Derya'nın, Nil kaybolduğu için üzüldüğünü sanıyordu.
Arabamın koltuğuna oturunca telefonumu çıkarıp bana söylediği numarayı tuşladım. Birkaç çalıştan sonra aramayı yetişkin bir erkek sesi, "Alo," diyerek yanıtladı.
"Merhaba. Bir dakikanızı almam gerekecek. Sizi aramamı Deren Ateş istedi." Adamın hatta kaldığına emin olmak için duraksadım. "Kendisi biraz önce İl Emniyet Müdürlüğünde tutuklanarak nezarete atıldı. Sizi ararsam kendisini çıkaracağınızı söyledi."
Karşı taraftan bir sevimsiz homurtu çıktı. "Şu an Deren'den daha önemli işlerim var..." durup ters ters ofladı. "Fakat onu çıkarmazsam kim korumalığımı yapacak..." kendi kendine konuştuktan sonra hatta olduğumu hatırlayıp bana cevap verdi. "İyi halledeceğim. Teşekkürler."
Hattan düştüğümü anlayınca telefonu bırakıp koltuğa doğru attım. Ellerimi direksiyona sarıp kafamı da oraya gömdüm ve olanları düşününce panik çığlığı atmayı istedim. Öz babası, sandığımın aksine Nil'e çok düşkündü ve onu bulmak için her şeyi yapmaya hazırdı. Aynı şekilde dedesi de. Onlara kıyasla sahip olduğum güçler yalan söylemek ve cesaretti. Bu ikisinden başka hiçbir şeyim yoktu. Eninde sonunda kaybedeceğim bir oyundu bu. Ne yaptığımın farkına varmış olmam, onu yapmaktan vazgeçeceğim anlamına gelmeli miydi?
Arabamı kullanmaya başladım. Eve gitmek istiyordum, bir an önce göz önünden ayrılıp dikkatleri üzerimden çekmek istiyordum. Kuşkularımla dolu derin zihnimle beraber yollara dikkat vermek zorlaşıyordu fakat bana iyi gelecek tek şey, ne gariptir ki bu durumda olmama sebep olan ve bundan tamamıyla habersiz olan Nil'di.
Oturduğum konut sitesine yaklaştım ve güvenlikten geçip otoparka park ettim arabamı. Asansöre binip on üçüncü kata çıktım, asansörden inince içimi hakkım olmayan o sevinç duygusu örttü. Sokak kapımı açarken haksız ve haklı duyguların içimde oluşturduğu karmaşıklık yüzünden huzursuzlukla kaplanmıştım. Koridora adımımı atıp ayakkabılarımı çıkardım, o sırada Gece oturma odasının kapısından çıktı. "Şükür, geldin! Seni meraktan deliye döndüm! N'aptın?"
Gereksiz bir panikle, "Nil nerede?" diye sordum.
"Yamanla oynuyor."
Heyecanla ilerleyip oturma odasından içeriye baktım. Hakikaten de Nil, Gece'nin şoförü ile oynuyordu. Yaman, çok nadiren konuşan kişiliğini sürdürerek Nil'in elindeki oyuncağı alınca, Nil pelüşü geri almak için Yaman'ın koluna vurup neşesiz bir çocuk sesi çıkardı. Bunu görünce hemen içeriye girip Yaman'ın elinden oyuncak köpeği aldım, Nil'e uzatıp, "Bu Nil'in," dedim. "Değil mi Nil? Bu köpeğine bir isim vermek ister misin?"
Beni gördüğüne şaşırmış gibi gözbebekleri büyünce tatlı şekilde gülümsemek istedim ama Yaman koltuktan kalkarak, "Momo'ya benziyorsun," deyince gülümsememi sabit tutmak zor oldu.
Başımı omzumun üzerinden ona sinirle çevirince Gece'nin de bunu komik bulduğunu gördüm fakat hızla yüzünü aşağıya indirip bunu gizledi. Yaman onun yanından geçip koridora çıkarken, Gece'nin kendi dediğine gülümsediğini görmüş gibi bir saniye yanında durup yukarıdan onun yüzüne baktı ve öyle geçti yanından.
İşaret parmağımı Gece'ye salladım. "Onu kov."
Genzini temizleyip içeriye girdi. "Babam şoförlerim sık sık işi bıraktığı için kızgın, bir süre kovamam." Ben Nil'in yanına oturup nazik gözlerle ona bakarken Gece yanıma kadar yürüdü. "Her neyse, nereye gittiğini anlat."
Nil'in bana yaklaşması umuduyla yanıma hafifçe dokundum ama o kımıldamadan durup masum gözlerle baktı. Onu neşelendirmek için, "Nil'in babasının yanına gittim," dedim.
Gözbebekleri irileşti. Onu sevindirdiğim için mutlu hissettim fakat yalanlarla kandıran da kendimdi. İçimde hem sevinç hem hüzün duygusuyla boğuşurken, "Babam," dedi Nil, gülerek.
"O herifin yanına mı gittin? Nasıl, anlamıyorum," dedi Gece, panikle.
Gözlerimi Nil'den güçlükle çekip son durumları anlatmak için arkadaşıma baktım. "Emniyete gittim."
Karşımda titremeye başlayıp ellerini ağzına kapattı. "Yaptıklarımızı... İtiraf mı ettin?"
"Hayır," dedim. "İhbarda bulundum."
"Tek nefeste anlatsana," dedi.
Nil elime dokununca ilgimi ona seferber ettim ve gözlerinin ışıldadığını gördüm. Elime yumuşakça vurup, "Babam," dedi.
Gece sesi titreyerek, "Kızı neden heveslendirdin ki, onu böyle görmek canımı yakıyor," dedi.
Vicdanım gibi konuştuğu için belki de rahatsızlandım ve Nil'in eline sevgiyle bakarak, "Onu babasına götüreceğim ama zamanı var," dedim. "Gece... Emniyete gidip, o gün Nil'in kaçırıldığını gördüğümle ilgili yalan ifade verdim. İfademde, Nil'i kaçıran kişilerin... Karina'ya kaçıran kişiler olduğunu söyledim."
Hayretle sarsılıp yanıma oturdu. "O adamın yakalanması için mi?"
Başımı umutsuz bir çaresizlikle sallayıp, sahip olduğum güçten geriye bu çaresizliğin kalmış olmasıyla da öfkelendim. "Evet, sen dedesinin bu kadar güçlü olduğunu söylediğinde... o yapabilir diye düşündüm. Benim doğru söylediğime inanmaları çok muhtemeldi, çünkü o adam zaten organ kaçakçısıydı ve bunu yapabilirdi. İfademi verdim ve sadece dedesinin değil, babasının da o adamı bulabileceğini fark ettim."
"Orada gördün mü ailesini?" Şaşkınlık genç yüzünü canlandırmıştı.
Başımı sallayıp Nil'in parmaklarını yumuşak şekilde tuttum. "Artık babanı neden çok sevdiğini anlayabiliyorum Nil."
Gece yine tedirgin şekilde, "Nasıl yani?" diye sordu.
"O adam babası değilmiş. Doğrusu üvey babasıymış."
O adam her ağlattığında neden Nil'in baba dediğini yeni anlıyordum. O aslında adama baba, demiyordu. Baba, diyerek ağlıyordu.
"Demek o yüzden Nil'e kötü davranıyordu, onu umursamıyordu..." gözlerini Nil'e çevirip dudaklarını üzgünce büktü. "Peki ya gerçek babasını gördün mü?"
Yutkunup, "Gerçek babasını da gördüm," dedim. Adamın yapabileceklerini de.
"Eee?"
"Şu ki... Babası, sandığımızın aksine Nil'e büyük bir sevgiyle bağlı."
Bu Gece'yi kelimelerle anlatılmayacak şekilde korkuttu ve ellerini hızla çarpan kalbine koyup, "Kız, annesi ve üvey babasıyla mı yaşıyormuş?" diye sordu.
"Olanlardan sonra ben de böyle tahmin ettim." Nil'e gözümü çevirip en yumuşak sesimi kullanarak sordum. "Sizin evde kim var Nil?"
Çocuksu telaşını, yerinde duramayışını izlerken tekrardan Karina'mı hatırladım. "Annem," dedi Nil, soruma. "Biy de dadı! Bir de..." bir şeyler anlattığı için gözleri heyecanla büyümüştü. "Babam yok."
Gece'ye dönüp, "Görünen bu," dedim. "Küçük olduğu için velayeti annesinde kalmış olmalı."
"Annesi farkında değil mi üvey babasının Nil'e kötü davrandığını?" Gece bu soruyu sorarken eğilip Nil'in yanağını okşadı. Nil çekimser kalıp sırtını koltuğa yaslamıştı.
"Farkında olduğunu sanmıyorum," dedim ve ona diğer yaşananları da anlattım. Babasının, o adama nasıl öfke duyup dövdüğünü, Nalan'ın saflıkla kocasını savunduğunu, bunun beraberinde getirdiği diğer durumları. İçimde pasifleşen öfke, Derya'nın Nil'e nasıl davrandığını hatırladığımda coşmaya başladı ama Nil elime dokununca dikkatim tamamen ona yönelip öfkeden kurtuldu.
"Nil'i kaçırırken sizi gören her kamera açısını temizlediniz değil mi?"
"Yaman mobese görüntüsünü halletti, ben de parkı gören büfe kamerasını kılık değiştirerek almıştım zaten," dedi, dalgın gözleri yere doğru eğilirken. Bir küçük çocuğu kaçırdığı farkındalığı kendisine bir daha gelmiş olmalıydı, ellerinde panik dolu titremeler vardı. Dudaklarının seğirişini izleyip elimi onun omzuna koydum, kulağına doğru bir söz verdim. "Seni asla ele vermeyeceğim Gece. Korkma. Bir gün her şey açığa çıktığında adın asla geçmeyecek."
Gece, ihtimalleri hesaplayamıyor gibi, kafa karışıklığıyla bana bakarak, "Bu oyun çok tehlikeli," diye fısıldadı. "Senin oyunun ya da benim oyunum fark etmez... Bu oyun çok tehlikeli."
"Ucunda olsa olsa ölüm olur," dedim, ki bu düşünce kalbimi hafifleten bir düşünceydi.
"Bu kızı alırken ki motivasyonum babasının ona kötü davrandığıydı, senin mutlu olabileceğindi. Fakat babası kıza kötü davranmıyormuş, biz yanılmı..."
"Ama ama ama..." dedim bahaneler sıralamak isteyerek, sabırsızca. "Nil annesi ve üvey babası ile yaşıyordu. Biz onu almasak üvey babası kötü davranmaya devam edecekti. Sana da Nil'in sorun yokmuş gibi davranması mantıksız gelmiyor mu? Muhtemelen çocuk sürekli dadılarla, ilgisizce büyüyor. Bu yüzden yabancı bir evde, bizlerle yaşamayı yadırgamı..."
"Kes Allah aşkına, o sadece çocuk, oyun sanıyor," diyerek ayağa kalktı Gece ve kafasını olumsuz manada sallayıp durdu. "Sen bu şekilde vicdanını rahatlatmaya çalışıyorsun, bu yaptıklarımızı bir mantığa oturtmaya çalışıyorsun fakat bunlar ne vicdana sığar ne de mantığa... Evet, belki Nil'e ailesinden daha iyi davranıyor olabilirsin ama bu onu, senin kızın yapmayacak. O, senin vicdanın kazanana dek burada kalacak ve sonra ailesinin yanına gidecek, seni bir gün dahi hatırlamayacak. Bir kez daha kaybedeceksin, acı çekeceksin... Babası, dedesi, annesi... Canına okuyacaklar."
Korkmalı mıydım, bilmiyordum. Söyledikleri arasında beni en çok korkutan Nil'in beni hiç hatırlamayacak olmasıydı. Hayatından, kısa süre içinden çıkacaktım ve o muhtemelen artık babasıyla, beni bir gün dahi hatırlamadan yaşayacaktı. Ya da bizzat babası, beni kızının hayatından kazıyarak silecekti.
"Peki yerimde olsaydın ne yapardın Gece? Kızımı canice öldüren şerefsizleri bulamadım, tüm gücümle aylardır çabalıyorum ama yapamıyorum..." bir zamanlar sahip olduğum o güç, şimdiki çaresiz halim karşısında inanılmaz naralar atıyor olmalıydı. "Elimde, iki güçlü adam var. Birisi Nil'in dedesi, diğeri babası... Onlar bu adamı bulacaktır. O zaman ben de kızını geri vereceğim. Sonra da zaten kendime hak ettiğim şekilde davranacağım, ya da bana hak ettiğim şekilde davranacaklar... Ama önce kızımın ruhu huzur bulsun istiyorum, onu acımasızca boğan... o elleri tanımak istiyorum..."
Yüreği daralmışçasına derin bir nefes alıp burnunu çekti ve başını bu kez daha yumuşakça sallarken, "Sadece... insanlığımı kaybetmek istemiyorum," dedi.
"Hiçbir şey senin suçun değil. Ben senin duygularınla oynayarak, bir şekilde bunu yapmana sebep oldum." Koltuktan kalkıp yanına kadar ilerledim, sarılma gibi içten gelen bir sevgi gösterisine karşı her zaman mesafeli duruyordum ama benim için katlandıklarını düşününce ona sarıldım. "Her şey benim suçum. İnsanlığını kaybeden benim, sen değilsin."
İnsanlık kalpten gelir. Ben kalbim Karina'yı kaybedince insanlığımı da kaybettim.
Gece bana sarılırken titrek bir nefes verdi ama henüz konuşmadan bir boğaz temizleme sesi bizi birbirimizden ayırdı. Başımı çevirip Yaman'a doğru baktığımda, Gece'de ona arkasını dönüp yüzündeki yaşları sildi ve sonra omuzun üstünden Yaman'a döndü. "Arabayı ısıt. Gidiyoruz."
Yaman emir karşısında, tahmin edildiği gibi sessiz kaldı ve Gece'nin yüzüne birkaç saniye dikkatli baktıktan sonra onaylayıp ayrıldı. Siyah takım elbisesi altındaki omuzlarının kaybolmasını izledikten sonra Gece'nin de çıkışını izledim. Bir dakika içinde sokak kapısı kapanınca Nil'e dönüp yanına ilerledim. Siyah kanepenin üzerinde, gülen gözleriyle oturuyordu. Yanına oturup küçük elinden tuttum ve öptüm. "Oyuncak seviyor musun?"
Gözleri tekrardan, ona tanıdık bir kelime duymasının heyecanıyla büyüdüğünde, "Sana daha fazla oyuncak vereceğim," dedim. İstememesinden kaygı duyarak kollarımı ona uzattım. "Gel, seni Karina'nın odasına götüreyim."
Kollarını bana uzattığında inanamayarak gülümsedim, onu kucağıma yerleştirip koltuktan kalktım. Üzerinde hâlâ montu vardı, terliyor olmalıydı ama babasını özlediği için çıkarmıyordu. Koridorda yürüyüp Karina için hazırladığım odanın kapısını açtım, buraya girip karanlığın içinde ağlayarak otururdum ama Nil karanlıktan korkmasın diye ışığı bu kez yaktım. Odasının beyazlığına özellikle sahip olmak istemiştim. Onun bana yansıyan rengi saf beyazdı. Nille beraber, Karina'nın ikinci beşiğinin yanına ilerleyip oyuncak evine baktım. Nil, küçük çaplı oyuncak evi görünce elini çırptı. Bunun karşılığında onu oyuncak evin yanına bıraktım. Dizlerimi kırıp yanında eğildim ve kollarımı dizlerimin etrafına sarıp onu izledim.
"Nil," diye fısıldadım, o evin içindeki küçük koltuğu alırken.
Başını bana çevirip tatlı şekilde, "Hı," dedi.
"Bir şey sorabilir miyim?"
Koltuğu alıp poposunun altına götürdüğünü görünce bir an neredeyse beni sesli şekilde güldürecekti. Minicik koltuğu poposunun altına koyup bana, "Soyabilirsin," dedi.
"Adımı hatırlıyor musun?"
"Hı... Adın mı?" Arkasına, oturduğu oyuncak koltuğa bakmaya çalışıp tekrar bana döndü. "Kaymen diye hatırlıyorum."
Telaşlı şekilde, o bir saniyelik mutluluk hissine yetişip gülümsedim ve sonra o his kaybolunca dudaklarım da aşağıya büküldü. "Evet, adım Karmen. Ben kimim peki?"
"Dadı."
Beni kafasında böyle tanımlamıştı, belki de dadıları sık sık değişiyordu. İçine kapanmasını, benden korkmasını istemiyordum. Varsın kendisini güven alanında hissedecekse beni böyle bilsin. "Benden korkuyor musun Nil?"
"Hayır, niye koykayım? Babam gelecek ya zaten..."
Nil'in bu kaygısızlığı karşısında bir düşünce geldi aklıma... En başından beri babasına gideceğini düşündüğü için mi korkmuyordu? Hem Gece'de böyle demişti, pamuk şeker aldıktan sonra Nil'in babasına gitmek istediğini söylemişti. Belki en başından beri benim onu babasına götüreceğimi düşünüyordu.
"Babanı özlüyor musun?"
Bir anda alt dudağı titredi. Başını hızlı hızlı sallayıp, "Evet, özlüyorum, sonra ağlıyoyum," dedi. "Babam da ağlama sevgilim diyor! Ama ben yine ağlıyorum."
Baba kız ilişkilerine duyduğum merakla, "Baban sana öyle mi diyor?" diye sordum.
"Hıhı," dedi bana, bir parmağını havaya kaldırıp bir şey hatırlamış gibi heyecanla bana döndü. "Ben ağlıyoyum, sonra babam bana ceee yapıyor. Gülüyorum. O da sonya..." duraksadı ve heyecanlı, hızlı nefesler aldı. "Bak, yanağımdan öpüyor."
Gülerek bana, babasının öptüğü yanağını gösterince bir gamzesi olduğunu gördüm ve babasının onu gamzesinden öptüğünü.
Baba kız ilişkileri özeldi.
Bu bana, babasının kızımı reddettiğini hatırlattı.
"Babanı çok mu seviyorsun?"
Elini karnının biraz üstüne, göğsüne vurunca, "Ne demek istiyorsun?" diye sordum.
Bana kırpıştırdığı gözlerle bakıp, "Ben babama diyorum ki, baba beni kadar seviyorsun, o da böyle burasını gösteriyor," dedi. Bir kere daha göğsüne dokunarak gülümsedi.
"Babanın demek istediği şey, belki de seni tüm kalbiyle sevdiği. Kalbini de bu yüzden gösteriyordur," dedim saçını okşayarak.
"Hıhı," dedi ilgisini kaybedip oturduğu yerden kalkarken.
Ona büyüdüğünde anlayacaksın, demek istedim ama bir anda yine o tahammülsüzlük, yorgunluk duygusu geldi ve konuşacak halim kalmadı. Omuzlarımı düşürüp yüzümü kucağıma gömdüm. Karina'nın odasındayken düşüncelerim, onun hayattayken nasıl olduğu ve kaçırılıp acı çektiğinde nasıl hissettiği arasında dolaşıyordu.
Öldürülmüş olmasını aşamıyordum. Bazen gün içinde birkaç saniye unutuyor ve ardından hatırlıyordum. O saniyelerde kalbim üşümeye başlıyordu, belli ki sonra da donup katılaşıyordu. Ruhum ölüyordu, bu gerçekleşirken her anını hissediyordum. Gerçekten bedenim ruhumdan ayrılmış gibi bir kayıtsızlık geliyor, acı çekerek başladığım o hatırlama duygusu aşamalardan geçerek en nihayetinde beni hissizleştiriyordu ve hissizleştiğimde, uyuyakaldığında bitmiş gibi geliyordu.
Sonra uyanıyordum.
Aynı döngüyü yaşıyorum.
O yorgunluk hissinin ardından gelen kayıtsızlıkla beraber başımı dizlerimden kaldırınca Nil'in başımda dikildiğini gördüm. Ayaktayken bile neredeyse benimle aynı hizadaydı. Gözleri meraklı şekilde yüzümü irdeledi ve sonra, "Ağlıyoy musun?" diye sordu.
Onu ürkütmemek için, "Hayır," dedim.
"Hee... Ağlıyorsan babama diyecektim..." bana biraz daha yaklaşıp yanaklarıma baktı, gözyaşı arıyordu. "O da sana ağlama sevgilim, ağlama sevgilim, deydi." Elini yanağıma koydu. "Ağlamıyorsun gerçekten de..."
"Ağlamam keşke onu geri getirseydi."
Alt dudağını aşağıya büküp, "Hımm," sesi çıkardığında, gözlerimi sertçe yumup açtım ve yerimden doğrulurken onu da kucağıma aldım. Kapıyı kapatıp koridorda birkaç metre ilerledim. Yatak odamın kapısını açıp içeriye girdiğimde Nil'in başını omzumda hissedip gözlerimi şaşkınlık içinde omzuma çevirdim. Omzumdaki bu hafif ağırlığı, küçük kafayı özlemiştim. Bir saniye olsa da onun Karina olduğunu düşündüm ve yanağımı kafasına koyup saçlarını kokladım. "Dünyanın en güzel kokusu."
Nil'i yatağın üzerine bıraktım ve o gözlerini açıp baktıktan sonra yan dönüp pelüşe sarıldı. Vücudunu sarsmadan altından çarşafı çektim ve üzerine örterken, "Montunu çıkarabilir miyim?" diye sordum.
"Ihıh," diye huysuz bir ses çıkarınca çarşafı sadece beline kadar örttüm, montu olduğu için üşümeyecekti.
Parmak uçlarımda hareket edip dolabıma ilerledim, kapakları sessizce açıp bir iç çamaşır takımı ve pijama aldım. Banyoya gidip duşkabine çıplak girdim ve ılık suyun altında, üşüyen vücudum ısınana kadar durdum. Saçlarımı, Karina'nın şampuanıyla yıkamaya alışkındım, yine öyle yapıp durulandım ve kurulanıp çamaşırlarımı, pijamalarımı giyindim. El havlusuyla, dolap aynasına bakarak saçlarımın suyunu alırken, tenimin o bakımsızlığını ve dudaklarımın çatlaklarını gördüm. Dilim alt dudağımı ıslattı ve dudağım pembeleşip nemlendikten sonra tekrar çatlak göründü. Henüz yirmi beş yaşında olmama rağmen hüznüm beni daha olgun gösterdi.
Saçlarımı bıraktığımda nemli tutamlar enseme değip beni huylandırdı. Parmaklarımı tutamların arasından geçirip banyodan çıktım ve yatak odama girip karanlığın ortasında birkaç dakika bekledim. Nil'in dingin nefesleriyle ritimli kalp atışlarını dinlerken beşiğe ilerledim. İçinin boş olduğunu bilmeme rağmen heyecanlanıp küçük yatağa baktım. İçindeki battaniyeyi alıp yatağa döndüm ve boş kısma çıkıp battaniyeye sarılırken, Nil'in küçük yüzünü, loş ışıkta izledim. Ona karşı duyduğum vicdan azabı hissizliğin ortasında ışık yaktı. Fakat bizzat bu hissizliğe terk edilişimin acımasız tarafını da unutmak mümkün değildi. Bana bir acı verdiler, bu bir karşılık istedikleri anlamına gelir. Ben de bir acı verdim, bu da karşılığını göreceğim anlamına gelir.
Bir karşılık vereceğim. Bir karşılık göreceğim. Sonra da ölüp gideceğim.
🎠
Bir şey beni hareket ettirdi. Uykumdan o hareketle sıyrıldım. Gözlerimi uykumdan sıçrayarak açtım ve tavanın karanlığına büyümüş gözbebekleriyle baktıktan sonra başımı kaldırdım. Derhal Nil'e baktım, uykusu derin şekilde devam ediyordu. Hareketliliğimi sağlayanın kendisi olmadığını fark edince elimin altına baktım ve telefonumun titrediğini hissettim. Yastık altından telefonu alıp ekrana bakınca kayıtlı olmayan bir numara olduğunu gördüm. Koridora çıktım ve koridor duvarına yaslanarak telefonu açtım. "Kimsiniz?"
"Sensin," dedi erkek sesi ve ancak birkaç saniye sonra Deren Ateş olduğunu anlayıp irkildim. Koridordan, Nil'in yattığı odadan biraz daha uzaklaşıp salona geçerken, "Sensin, evet," dedi tekrardan.
Kalbim panikle hızlanırken, "Beni neden aradınız?" diye sordum. "Bu saatte?"
"Saate bakmadım, bana lazımsınız diye sizi aradım," dedi sabırsızca.
Alçak bir sesle, "Niçin?" diye sordum. "Niçin lazımım size?"
Bu kez daha bitkin sesle, "Görüşmeliyiz," dedi. Sesi oldukça ıssız bir yerde konuşuyormuş gibi anlaşılır bir netlikle kulaklarıma dökülüyordu.
"Bu saatte mi?" -
"Siktiğimin saati umurumda mı sizce?" diye bağırdı ve sesinin arkasından bir şeylerin daha sesi geldi. Dönüp elinin tersindeki bir şeye vurmuş olma olasılığı çok yüksekti. Arkamdaki duvara yaslanıp sessiz şekilde nefes alıp vermeye başladım ve o biraz susup ardından, "Bağırdım galiba," dedi, o kadar sessiz söylemişti ki dilini dişlerine sürttüğünü bile duymuştum. "Normalde böyle değilimdir."
Telefonu bir saniye kulağımdan indirdim ve endişeyle atan kalbimin üstünde tutup sakin bir iki nefes aldıktan sonra tekrar kulağıma götürdüm. "Sizinle neden görüşmemi istiyorsunuz?"
"Dediğinize göre kızımı en son gören sizsiniz. Nerede, nasıl gördüğünüzü bir daha anlatın bana... Parkın olduğu sokakta görüşelim, belki aklınıza başka bir şey daha gelir..." boğazından alçak bir yutkunma sesi geldi. Nefesi çok pürüzlüydü. "Eminim görünce daha fazla şey hatırlarsınız."
Sesinin altında bir tehdit sezdim. Hep, kelimelerin arkasında asıl söylemek istediklerini sezdiren erkeklerin masalarına oturduğum için bu sezgime güvendim. Daha fazla detay hatırlamam gerektiğini düşünüyordu. "Ama ama... Zaten adamın yüzünü hatırladığımı söyledim, kızınızı kaçıranı biliyorlar. Daha neyi hatırlamam gerekiyor."
"Kamera kaydı yok! Ortadan kaldırılmış... Adamın kullandığı arabayı daha net hatırlarsanız... Ya da plakayı... Bana yardımı dokunur."
Dikkat çekmemek için üstelemedim. Kalbim hâlâ çok hızlı atarken, "Peki, sizinle görüşeceğim," dedim. "Yalnız şu an evden çıkamam... Saat sabah beşe geliyor."
"Neden?" diye homurdandı.
"Uygunsuz bir saat," diye açıkladım. Asıl sebebi Nil'i asla yalnız bırakmayacak olmamdı.
"Uygunsuz olması benim için fark etmiyor, sizin için fark ediyor mu?"
Kaşlarımı çattım, nedense böyle demesine sinir olmuştum. "Aslında bakarsanız fark etmiyor. Altı da orada görüşürüz."
"Beş buçuk," diyerek telefonu kapattı.
Hattan düşünce telefonu indirip bir müddet elim kalbimde kaldım. Adamla görüşmek istemiyordum, soğukkanlı şekilde yalan söyleyebilirdim ama benimle aynı acıyı çeken birisine karşı savunmasız kalırım diye endişe duyuyordum.
Telefonumun ekranına tekrar yönelip Gece'yi aradım ve ancak üçüncü aramamda uyku sersemiyle aramamı cevapladı. Ona, durumu kısa şekilde anlatıp Nil'e bakması için eve çağırdım. Sızlanıp isyan etmiş olsa da telefonu kapatmadan önce geleceğini söyledi. Derhal odama geçtim, kıyafet dolabımı açtım. Bir siyah, yüksek bel pantolonla beyaz, triko çıkardım. Kıyafetlerimi giydikten sonra saçlarımı parmaklarımla taradım, düz tutamlar çene hattıma kadar geliyor ve bazen çeneme de değiyordu. Saçlarımı ellerimle tarayarak yatağın başucuna yaklaştım. Uyuyan güzele bakıp elimi başına koydum, güzel saçlarını okşayıp doyasıya yüzünü izledim.
Ona bakarken iyi hissediyordum.
Odamdan çıktıktan sonra banyoda aldım soluğu. Suyu açıp avucuma buz gibi suyu doldurdum ve kendime gelmek için birkaç kez suratıma çarptım. Uyurken kâbus görmüştüm ama net değildi. Yalnızca... Boğuluyormuş gibi hissettiğimi anımsıyordum.
Banyodan çıkıp Gece'yi beklerken yatağın köşesindeki komodine oturdum. Nil'in güzel yüzünden gözlerimi alamadım. Gece bana katılmıyordu ama ben Nil'i Karina'ya çok benzetiyordum. Ruhları da benziyordu. Nil'de Karina gibi uslu ve sevgi isteyen bir kızdı. Ürkekti ama akıllıydı. Benzerlikleri olmayan tek şey, Nil'in babası tarafından çok sevilmesiydi. Karina reddedilmişti. Elimi Nil'in yumuşak saçlarında ağır ağır gezdirirken içimden şu kelimeler geçti. "Umarım sen çok mutlu ve uzun bir hayat yaşayacaksın Nil." El bileğine doğru baktım. Orada hâlâ iz vardı. "Her şey bittiğinde babana, o adamın sana nasıl davrandığını anlatacağım. Seni bundan sonra daha iyi koruyacak."
Gece, beş buçuğa doğru geldiğinde Nil'i ona emanet edip evden çıktım. Arabamın arkasındaki bebek koltuğunu çıkarıp eve bıraktıktan sonra tekrar indim. Otoparktaki arabama atladım ve saat beş buçuğu geçerken boş sokaklarda arabamı son hızda sürdüm. Yeniköy'e geçmem on dakikamı aldı ve parkın olduğu caddeye girerken arabamı yavaşlatıp sağ tarafa bakındım. Parkın oraya doğru arabamı ilerletirken, kaldırım kenarındaki arabalardan birisinin dörtlüleri yandı ve dikkatimi bu çekti. Başımı kaldırıp arabaya bakınca, şoför koltuğunda onu gördüm ve el frenimi çekip arabayı durdurdum.
Nil'in babası, arabamı durdurduğum an Mercedes'in kapısını açıp dışarıya çıktı. Hava daha aydınlanmamıştı, soğuk, buz gibi bir mavilik vardı etrafta. Kapıyı çarparak kapattı ve arabama ilerledi. İnip inmemek arasında kararsız kalarak gözlerimi kıstığım sırada, arabama ulaşıp şoför koltuğunun yanındaki cama ilerledi ve kısa mesafeden göz göze geldiğimizde, parmaklarıyla cama vurdu. Tuşa dokunup camı indirdiğimde serin hava yüzüme çarptı ve adamın gözleri, aramızda hiçbir şey olmadan benimle birleşti. "Günaydın," dedim.
Gözlerini yüzümde sabit tutup hiçbir şey demeden bakınca yersiz bir şey söylediğimi hissedip rahatsız oldum ve bakışlarımı çekip arabamın kapısı üzerinde duran ellerine baktım. Dün ellerinde yeni açılmış olan yaralar bugün derinleşmişti. Parmağımla içgüdüsel şekilde elini gösterip, "Mikrop kapacak," dedim.
Yorumum üzerine bir nefes aldı ve ardından, "Önemi yok," dedi pürüzlü sesiyle. Gözleri çok koyu renkte olmasına rağmen kızarmıştı, göz bebeklerinin etrafında kırmızı ince damarlar vardı. Gözlerini açıp kapatırken uyuşuk hareket ediyordu, tansiyonu düşük olabilirdi. "Geldin, eyvallah, sağ ol..."
Konuşurken sesinin de pek iyi olmadığını fark ettim. Harfleri, telefon konuşmamızda olduğu gibi yuvarlıyordu. Üzerinde dünkünden farklı olarak bu kez siyah bir kumaş ceket de vardı ama gömleği aynıydı, yakası dağılmıştı. Gömlek uçlarının bir kısmı pantolonun içindeyken diğer kısmı dışarıdaydı. "Gelmezsem getirirdiniz ya zaten," dedim, telefon konuşmamızdaki ısrarını iğneleyerek. Ve sonra, "Siz... iyi misiniz?" diye sordum.
Gözlerini aynı uyuşukla kapatıp açtı ve söylediklerimi geç duyuyormuş gibi tek kaşını kaldırıp biraz daha öne eğildi. "Bir çocuğun var mı?"
Neyse ki o saniye gözlerine bakmıyordum da parçalanmış kalbimin izi gözlerime yansıdıysa da göremedi. Bu soru çok ağır geldiği için ellerim titredi ve o an yok, demek ağrıma gittiği için yalnızca başımı iki yana salladım. "Çocuğun yok," diye doğruladı. "Olmadığı belli. Olsaydı iyi misin diye sormazdın, iyi olmadığımı bilirdin."
Böyle, bilip bilmeden konuşmasına çok öfke duyduğumdan ötürü sonraki yaptığım şey ona doğru bakıp sinirden titreyen dudaklarımı parçalarcasına ısırmak oldu. Alakasız şekilde, sırf sinirimi çıkarmak için, "Bana sen deyip durma, siz diye hitap et," dedim.
"Bağırma," diyerek başının sol tarafını tuttu ve gözlerini sımsıkı yumup açarken, "Nerelisin sen?" diye ekledi, özellikle sen kısmını vurgulayarak.
"İtalyan’ım," dedim daha alçak ses tonuyla ve bir daha göz göze gelince, bakışlarının yüzümde dolaştığını gördüm. Bana ilk kez bakıyordu. Belki de yüzümden gerçekten İtalyan olup olmadığımı anlamaya çalışıyordu. "Her neyse... Kızınızdan haber var mı?"
Elini muhtemelen ağrıdan zonklayan şakağından çekti ve arabadan uzaklaşıp, "Hayır," dedi boğuk sesle. Gözlerini sol tarafa, ilerideki parka çevirip ellerini kumaş pantolonunun ceplerine soktu. "Ama hayatta, biliyorum, hissediyorum."
Onu hayatta tutmaya devam edeceğim, sana verene kadar.
Keşke bunları ona da söyleyip muhtemelen şimdi alev alev yanan kalbini serinletebilseydim... Yapardım fakat o zaman adamı kimse benim için aramazdı.
Kısık sesimle, "Eminim yaşıyor," dedim.
Gözlerini tekrar bana çevirip şöyle bir baktıktan sonra arabamın tavanına sertçe vurdu. "Hadi in, şu parka bir daha bak. Arabayı tam nerede gördüğünü söyle, illaki bir şeyler hatırlarsınız."
İnsanların davranış şekilleriyle ilgili onların nasıl karakterde olduklarını anlayabilirdim. İlk gördüğümden beri onun çok baskın, sabırsız, otoriter bir tarafı olduğunu sezmiştim. Bu yüzden davranış şekilleri beni şaşırtmıyordu. Arabamın kapısını açıp indim ve anahtarımı avucumda tutarak kaldırıma, onun arkasından yürüdüm. Aramızdaki birkaç metrelik mesafeden başını çevirip, dağınık saçlarının altındaki kara gözlerle dik dik baktı. "Araba tam neredeydi?"
"Ben... O sırada caddenin karşısındaydım," dedim, caddenin karşısını gösterip. "Sokağa yeni giriyordum. Tam olarak nerede olduğunu hatırlayamıyorum."
Göz ucuyla caddenin karşısına, olduğumu hayal ettiğimiz yere baktı ve ardından kaldırıma. Park hemen hemen üç metre sol tarafımızdaydı, araba da mantıken şu an olduğumuz yerde durmuş olabilirdi. "Markasını da mı hatırlamıyorsun arabanın?"
"Hayır... Yalnızca siyah ve şık olduğunu hatırlıyorum."
Hızlı hızlı kafasını salladıktan sonra elini çenesinde dolaştırıp kaldırımdan indi. “Uzaktan gördün ama belki hatırlıyorsundur," dedi. "Kızımın üstünde ne vardı?"
Bu tuzak bir soru mu diye birkaç saniye düşündüm. O gün kızının üstünde kendisi ne olduğunu biliyor muydu acaba? Gözlerimi kısıp Nil'in pembe montuna odaklandım. "Sadece kabarık montunu gördüğümü hatırlıyorum... Adamın kucağında olduğu için kıyafetin tümünü pek fazla göremedim. Pembe ya da kırmızı bir monttu."
"Siktir..." alçak bir sesle küfrederek benden uzaklaştı ve parka doğru yaklaşıp sırtını bir ağaca yasladı. Parkın etrafında polis şeridi vardı, olay mahalli olduğu için kapatılmıştı. Elini saçları arasından geçirdikten sonra bu kez iki eliyle birden kendine gelmeye çabalıyormuş gibi yüzünü sıvazladığını gördüm. Omuzları hiddetli biçimde titriyorken, nefesi soğuk havada bir buğu oluşturuyordu. "Kırmızı değil, pembe. O montu Nil'e ben aldım. Geçen sene, üçüncü yaş gününde." Demek Nil üç yaşından da büyüktü. "Hatta... Kaybolacağına hiç ihtimal vermedim ama kaybolursa diye montunun iç cebine numaramı yazıp koymuştum. Ona defalarca... O numaradan beni arayabileceğini, kaybolduğunda bu numarayı ortaya çıkarması gerektiğini söylemiştim. Kızıma bunu tembih ettim, defalarca... O numaranın iyi birisinin eline geçmesi lazım, Nil'in bunu hatırlaması lazım."
Nil o kadar akıllı bir kızdı ki, babasının dediklerini hatırlayıp numarayı vermişti.
"Kızınız... Kaç yaşında?"
Benden çok kendisiyle konuşuyormuş gibi bu soruyu sormama şaşırıp omzunun üstünden baktı. Elinin birisi kumaş pantolonun cebinde durmaya devam ediyordu, diğeri yanındaydı. Elini cebinden, bir paket sigarayla beraber çıkarıp tekrar bana doğru yürürken, "Dört yaşına girmek üzere," dedi. Daha önce ambalajını görmediğim o paketten ince bir sigara alıp dudaklarına koyduktan sonra paketi bana uzattı.
"Kullanmıyorum," dedim, geri çevirerek.
Paketi cebine geri koyarken bu kez çakmak çıkardı. "Plakayı hâlâ hatırlamıyorsun değil mi?"
"Ne yazık ki."
"Bu yaşananlar şaka gibi, sanki birisi benimle alay ediyor..." sigarasını yakıp içmeye başlarken gözlerini yerde, kaldırımdaki gri taşlarda tuttu. "Sen de mesela, bir anda nasıl ortaya çıktın?"
Sakince omuzlarımı kaldırıp indirdim. "Normalde Türk kanallarını pek izlemem. Habere tesadüfen denk geldim ve sonra arkadaşıma söyledim, bana polise gitmemi söyledi."
Başını kaldırınca gözlerimiz yeniden birleşti. Serinkanlı duruşumu takdir ederek ellerimi, üşüdüğünü daha yeni yeni anladığım kollarıma doladım. Sigarasını dudaklarından hızla çekip bana doğru yaklaştı ve alkollü, sigaralı nefesi yüzüme çarptı. "Nezarethaneden kolayca çıkmanıza sevindim," dedim, konuyu değiştirmek için.
"Milletvekili yakın korumasıyım. Toleranslara sahibim." Sigaranın külünü silkerken bir daha şakağını tutup birkaç kez sertçe öksürdü. Eli bir daha, sigarasını dudaklarına götürürken bakış açıma girince de açık yarasını gördüm.
"Dün aradığım milletvekili miydi?"
Sert bir baş sallamayla beni onayladı. "Evet, o adam yardımcı oldu çıkmama. Bana daha fazla da yardım edecek. Kızını kaçırdığımı söylediğin adamı, çok yakında bulacağım." Sigara kokusundan rahatsız olup bir adım geriye çıktım ve dalgın şekilde etrafıma bakıp başımı salladım. "Eğer kızım, Nil... Senin sayende bulunursa... Sana bir can borçlu olacağım ve ne şekilde istersen bu can borcunu ödeyeceğim."
Haksız ve suçlu olduğum için konunun etrafımda dönmesini istemedim. Parmaklarımı saçlarım arasından geçirerek kafamı, önemi yok, dercesine iki yana salladım ve ardından, "Arabama kadar gelir misiniz?" diye sordum, gözlerimin ucuyla kara kara gözlerine bir iki saniye bakarak. "Hemşireyim ben, arabamda ilk yardım çantam var... Size ağrı kesici verebilirim."
"Hemşiresin demek." Sigarasının yarısını fırlatıp attı ve burun kemerini sıkıp yanıma yürüdü. "Ağrı kesiciye ihtiyacım olduğunu nereden çıkardın?"
"Dakikada bir başını tutup duruyorsun, herhalde ağrıyor." Açıklamayı kısa kesip arabama giderken, bir arabanın sokağa girdiğini gördüm. Sabahın çok erken saatiydi, sessizlikteki bu gürültü bir çığlık gibi ürküttü beni. Kahretsin, eskiden ne kadar ürkek ne de tedirgin birisiydim. Son günlerde duygularımı, tepkilerimi ayarlayamıyordum. Arabama yaklaştığımda bagajını açtım ve kızım için oluşturduğum ilk yardım çantasını kendime çektim. İçini açıp bir ağrı kesici aldıktan sonra arkamı döndüm ve adamı, direkt arkamda bulunca, "Siktir," diyerek sıçradım.
Omzumun üzerinden, arabamın bagajına bir göz atıp sonra da elimdeki ağrı kesiciye bakarken, "Küfürbazız," dedi. Ağrı kesiciyi uzanıp elimden alınca, ilaç ambalajının keskin kenarı parmak boğumumu çizdi ve elim refleksi şekilde titredi. Elimi hızla geriye çekip avucumu kapatırken, göz ucuyla elime doğru baktı ama bir şey demedi. Birkaç tanesi kullanılmış ilaç tabletine inceleyerek, "Suyun da var mı bari?" diye sordu.
"Yok."
Başının bir daha zonkladığını, gözbebekleri küçülünce anladım. "Buraya kadar nasıl hayatta kalarak geldiniz?" diye sordum istemsiz şekilde. "Arabanda su var mı?"
"Lüzumu yok." Tabletten çıkardığı küçük, yuvarlak hapı dilinin ucuna koydu ve su olmadan yutup ağrı kesiciyi bana uzattı. Eline değmeden tableti aldım ve arkamı dönüp çantanın içine koydum. Bu kez gözüme çantadaki merhem çarptı, yara ve yanık ilacıydı. Bir çırpıda onu da aldım ve arkama dönüp yüzüne bakmadan, "Elleriniz için iyi gelir," diyerek kendisine uzattım.
Ellerini hafifçe yukarıya kaldırdı, parmakları düz duruyor ama seğiriyordu. "Ellerimin bir şeyi yok," dedi. Muhtemelen kendisine söylediği ilk yalan da değildi.
Sol elimi uzatarak elinin yanına götürdüm ve, "Bakın," dedim. "Bir şeyi olmayan el böyle görünür, sizin elleriniz yara içinde." Soğukta, kemikli kısımları kızarmış, zayıflamış elimi tekrar yanıma indirip pantolonuma sürttüm. "Kendinize zarar vererek sadece vakit kaybedersiniz, erken yorulursunuz... Nil'i bulmak için kendinize iyi bakmanız gerekir."
"Neredeyse adımı unutacak raddeye geldim, kendime nasıl iyi bakayım Karmen," dedi ama elimdeki merhemi aldı. Evet, böylesi daha iyi, daha dürüst... Bana kıyasla çok dürüst.
Kalbimden gelen o derin boşluktaki serinlik, tenime çarpan serinlikle beraber hem içimi hem vücudumu üşüttü. Buna rağmen örtünme, sıcak hissetme isteği duymadım. Bu isteksizliğim, onun kendine iyi bakmama isteksizliği gibiydi. Bunun için uğraşmak dahi istemiyordu, tek amacı ve düşünebildiği kızıydı. "Adımı hatırlıyorsun," dedim, kendi adını unutmaktan bahsettiği için. Dudaklarımı yaladım ve tekrar üşüyene kadar sıcak kaldılar.
Gözlerini çekip elindeki merheme doğru bakmaya başlayarak, "İsmin akılda kalıcı işte," dedi, serin havada dudakları beyazlaşmıştı. Bakışlarımı çektim.
"Doğrudur," dedim ve arkamı dönüp bagajın kapısını kapatırken yüzüme doğru sert bir rüzgâr esti. Saçlarımın arkama uçuştuğunu, birbirine dolandığını hissederek elimi arkama attım ve önüme dönünce, onun bana, bu kez daha dikkatli baktığını hissettim. Gözlerinin kenarları, kuşkulu biçimde kısılmıştı. "Başka bir şey var mı?" diye sordum. Soğukkanlılığım da çatırdamaya başlıyordu. Lütfen artık beni serbest bırak. Tadımı kaçırıyorsun.
"Var." Merhemi avucunun içinde sıkarak yumruklarıyla bana yaklaşınca, ben de geriledim ve kalçam arabamın kenarına yaslandığında, bir elini arkamdan uzatarak, daha da gerilememem için arabamın tavanına yasladı. Elinin o hareketine ters bir bakış attığımda, başını önüne eğerek sol omzuma yaklaştırdı. Bu gereksiz yakınlık karşısında kaşlarımı çattım. Ona bakmak için gözlerimi o kadar yukarıya kaldırdım ki, kirpiklerim kaşlarıma değiyormuş gibi geldi. Bir alev, sen buz gibi olsan da içinde yanar ya hani... İşte onu hatırlatan gözleriyle bakıp alçak sesiyle tısladı. "Sen... Neden kızım gibi kokuyorsun?"
BÖLÜM SONU.
Yorumlar yükleniyor...